Kanser
İstatistikler gerçekten evham verici! Amerikan Kanser Derneği’nin bilgilerine göre:
* Günümüz Amerika’sında vefat sebepleri içerisinde kanser ikinci sırada yer alıyor.
* Yaşayan üç Amerikalıdan birisi kanser tehlikeyi taşıyor.
* Beş sene içerisinde, her beş Amerikalıdan ikisi kanser riski taşıyacak.
Neler oluyor dersiniz? Bildiğimiz gibi kanser, bayağı ve sıhhatli hücrelerin, anormal ve kanserli hücrelere dönerek yayılmasıyla alana kazanç. Peki ilk bozulma neyle başlar? Tahlilciler senelerce bu tetikleyiciyi bulmaya çabalayarak zamana karşı yarıştılar. Bazı araştırmalarında, çözümün genetik servette gizli olduğunu, dışsal tehlikelerin kansere meyilli genleri uyararak kansere neden olduğunu öne sürdüler. Öte yandan asbest ve dumanlı is gibi etrafsal zehirli maddeler de günah keçisi seçildiler.
İtinasız bir hayat tarzımn neticeyi olan hür radikallerin, kanser tehlikesini artıran esas sebeplerden biri olduğunu öğreniyoruz. Aynı zamanda, sentetik kimyevilerden üretilen xeno-östrojenlerden östrojeni taklit eden ya da etkinliğinde farklılıklara yol açan maddeler östrojene yumurtalıklardan salgılanan ve insanlarda ikincil cinsel şahsiyetlerin büyümesini sağlayan hormon dönüştürülen maddeler de kanser tehlikesini artıran nedenler arasındadır. Kuşkusuz, sigara başlıca akciğer kanseri sebebidir.
Şimdi bir bilimsel çalışma, kanser ve dışsal tetikleyiciler arasındaki irtibat ile kanser ve yiyecekler arasındaki iletişimi ispatlayacak. Hâlâ pek çok insan, ağızlarına attıkları şeyin kanserli ura neden olduğunu kabul etmek istememekte direniyor. Anne evinde pişen yemeklere ve barbekü partilerine azıcıkcık kuşku ile yanaşmak için bu mukavemet azıcık fazla belki de.
Bilimsel literetürün yardımı
Amerikan Kanser Derneği’nin ortaya koyduğu ispatların takribî %30 ila 40′ı, kanser ve beslenme arasındaki ilişkiye dair neticelere dayanıyor. Uzağa gitmeye gerek yok, tıbbi veri tabanına bakarak da ispatlarımızı onaylayan istifle bilgiye erişebiliriz. Birkaçının üzerinde düşünmeye kıymet:
* “Perhiz ve Sütun Kanseri” E. Giovannucci tarafından yapılan araştırmanın neticeyi, 13 Aralık 1993 tarihli Cancer Researcher Weekly’nm kanser araştırmaları yayını 21. sayfasında yayınlandı.
* “Hayvansal Yağa Bağlı Prostat Kanseri” yüksek oranda kırmızı et yiyen ve %80′i prostat kanserine tutulmış 47.855 erkek üzerinde yapılan araştırma, Facts on File – Reeller Dosyası’nm 774. sayfasında 14 Ekim 1993′te yayınlandı.
* “Rejim Etmenleri ve Etrafsal Kanser Tehlikeleri” periyodik neticeler 19 Temmuz 1993′te Cancer Researcher We-ekly’mn 26. sayfasmda yayınlandı.
* “Perhiz Kansere Karşı” American Cancer Society -Amerikan Kanser Derneği tarafından yapılan incelemaya göre sebze, meyve ve hububatlar kanser tehlikesini eksiltıyor. 7 Ekim 1992′de Nezv York Times’m B7. sayfasmda yayınlandı.
* “Araştırmalar kafa karıştırır ama yeşillik yemek iyidir” Milli Kanser Enstitüsü ve John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin “sebze yemenin sıhhate bereketleri” mevzulu araştırması VVayne Hearn imzasıyla 9 Mayıs 1994′te American Medical Neıos’in Amerikan Tıp Haberleri 20. sayfasında yayınlandı.
Canlı yiyeceklerdeki kanser önleyici fitokimyasallar
Son zamanlarda yapılan kanser ve beslenme müzakereleri içerisinde en çok kullanılan kelime “fitokimyasallar”dır. Fiokimyasallar, natürel yiyeceklerin içinde bulunan ve hücrelerdeki kanser gelişimini erteleyen bitirici öğelerdir. Hop-kins Üniversitesi Tıp Fakültesi tahlilcileri yaptıkları bir deneyde, meme kanserine yol açan kanserojen maddelerle tedavi görmekte olan farelere, brokolinin kapsadığı “sulforaphane” isimli kimyeviden verdiler. Karnabahar, brüksel lahanası, şalgam ve kıvırcık lahanada da bulunan bu maddenin, farelerdeki ur rakamını ve büyüklüğünü gözle görülür biçimde eksilttiğim, gelişimlerini geciktirdiğini kolladılar. Araştırmacılar bu maddenin, kansere sebebiyet veren casuslara karşı bedendeki enzimlerin koruma performansını artıracağını belirtmektedirler.
Fitokimyasallar, kanserle savaşta atılan birkaç adımdan birini oluşturur. Minnesota Üniversitesi’nden epidemiolo-jist John Potter, “Bu adımların nerdeyse her biri kansere karşı açılmış bir savaştır,” diyor ve devam ediyor: “Sebze ve meyvelerin içinde, süreci tersine çeviren ya da yavaşlatan bir veya birden çok bileşen vardır.”2 Şimdi bunlara bir göz atalım:
Brokoli: DNA’yi bağlayan kanserojenleri önleyen tiyosiyanat ve göğüs kanserine neden olabilecek forma gelen östrojenin, hasarsız metabolitlerin içinde ufalanmasını sağlayan indo-le-3-carbinol isimli maddeleri de kapsar.
Lahana: Bol ölçüdeki konsantre indole-3-carbinol içeriğinin yanı gizeme, kansere karşı yaygın tesirli koruma sağlayan oltipraz ve meme kanseri ile ura karşı kullanılan brassinin maddelerini kapsar.
Sarmısak ve soğan: Hücre içindeki kansere neden olan kimlegalleri detokside eden enzimleri uyarîan aliyi sülfürü maddesi kapsar.
Kırmızıbiber: Akciğer kanserinin tetiklendiği yer olan DNA’ya tutunan toksik molekülleri özellikle sigaradaki tutan capsaicin maddesi kapsar.
Narenciye ve dutsu meyveler: Hücrenin üzerinde birikerek kansere neden olan hormonları yasaklayan flavonoid maddesi kapsarlar.
Soya fasulyesi: Oksijen ve gıda taşıyan kılcal damarlara bağlanan ufak urları yasaklayan genistein maddesi kapsar. Bu vaziyet, Batı’ya taşınan ve soya mahsullerinden yoksun bir beslenme biçimine bağlı yaşamaya başlayan Japon erkeklerin-deki prostat kanserine tutulma oranının neden arttığına söyleyebilir.
Domates: Mideye, karaciğere ve mesaneye yönelen nitrosamine bileşenlerini yasaklayan p-coumaric asit ve klorojenik asit açısından zengindir. Çilek, ananas ve biber de bu asitleri kapsarlar.
Fitokimyasallar alanında yapılan son araştırmalar büyük bir adım olarak görülmektedir. Bu mevzu VVashington’da doktorların, profesörlerin ve dünyanın her yerinden gelen araştırmacıların katıldığı bir konferansta masaya yatırılmıştır. Milli Kanser Araştırmaları Enstitüsü National Cancer Ins-titute, fitokimyasallan bulma, izole etme ve onlarla çahşma mevzusunda yapılan araştırmalar için milyonlarca dolarlık bütçe ayırmaktadır. Milli Kanser Enstitüsü, Amerikan Kanser Derneği ve daha bir hayli tıbbi otorite de canlı ve taze sebze-meyvelerin çok ehemmiyetli “kanser önleyiciler” olduğu mevzusunda hemfikirdir.
Kansere neden olan şeyler gıdalar midir?
Araştırmalar neticesinde pişmiş, kızarmış ve yüksek protein kapsayan bir hayli besinde kanserojen madde olduğu ortaya çıkmıştır.
Pişmiş yiyecekler: Pişirme harekâtı besinlerin Ribo Nükleik Asit ve DNA yapılarını bozar, besleyici kıymetini yok eder ve kanserojen madde yaradılışına neden olur. Aynı zamanda yağların yapışım bozarak hür radikal yaradılışını sağlar.
Hür radikaller, bir elektronunu kaybetmiş olan moleküllerdir. Lisedeki kimya derslerini anımsayacak olursanız, moleküllerin her zaman balansta kalmak istediğini; ancak birinin bir elektron kaybettiğinde, elektriksel balansını yine kurmak için ümitsizce elektron aradığını ve bunu rastgele bir yerde bulacağı bir elektronu çalarak sağladığım da hatırlarsınız. Hür radikaller vücutta hür kaldıklarında yağ, protein ve hatta DNA’mn elektronlarından çalarlar. Değiştirilmiş DNA ise hücrede bir metamorfoza değişinime neden olur ve hakimiyet edilemez bir biçimde artar. Biz buna kanser diyoruz.
Beden kendisini bu hür radikallere karşı enzimlerle savunur. Enzimler, hasar görmüş hücreleri tamir eder ve serbest radikalleri bölerek su ve hasarsız oksijen haline getirirler. Bu natürel korunma süreci, pişmiş gıda yediğimizde sekteye uğrar, zira gıdaları pişirme harekâtı çok rakamda hür radikal oluşturur ve vücuda giren enzim ölçüm eksiltir.
Kanserle savaşmak için, beden pişirme harekâtı sırasında kaybolmuş olan enzimlere gereksinim dinler. Dünyaca şöhretli Viyanalı Dr. Warba, kanser rehabilitasyonunda enzimlerin yeni bir yaklaşım olduğunu söylemektedir. Kanser hücrelerinin rehabilitasyonuni etkileyen iki ana etken vardır: bireyin bağışıklık sisteminin korunma eforu ve kanser hücrelerinin öldürücülüğü. Canlı yiyeceklerdeki enzimler bu iki etkeni hedefler. Kanserli hücrenin öldürücü eforunu düşürerek, vücudun korunma mekanizmasını kuvvetlendirirler. Dr. Warba, enzimlerin hücre çeperini gevşetip hücrenin yüzeyini iletkenleştirerek, dışarıdan dayanak almaya sarih hale getirdiğini ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiğini, ayrıca urlu hücrelerin inatçılığını kırdığım belirtmektedir.
Bedenimizde, habis ur yaradılışına sebebiyet veren hücre metamorfozlarını önleyen enzimlerin yanısıra bu emelli bazı genler de bulunmaktadır. Jefferson Kanser Enstitüsü Mikrobiyoloji ve Bağışıklık Departmanı’nda Department of Microbiology and Immunology Jefferson Cancer Institute çalışan tahlilciler, sütun kanserinin lideri olan bağırsakta, polip gelişmesi meselesini önleyen bir enzime sahip genden bahsetmektedirler. Tahlilci Linda Siracusa, yağların bağırsaklara uzanan hasarlı tesirlerini önlemek üzere enzimlerin yağ metabolizmasında çok ehemmiyetli bir rol oynadığını söylemektedir. Enzimlerin dayanakçı olabileceği bir öteki vaziyet de, yağlı besinler harcamaktan kaynaklanan bazı bakterileri vücuttan atmasıdır. Kısacası enzimler bayağı olmayan hücreleri doğrudan doğruya vücuttan atma işini üstlenirler.
Hangi mekanizma olursa olsun, iyi çalışan enzimler kanseri önleyebilir.
Pişmiş besinlerin riskleriyle alakalı olarak Amerikan Kanser Derneği’nin son belirlemeleri şöyle: “Son araştırmalar gösteriyor ki, yüksek ısıda pişirilmiş hayvansal besinler, hayvanlarda bulunan ve kansere neden olan muhtelif maddelerin oranını artırıyor, ayrıca sağlam ve yerleşik DNA yapısını bozuyor.”5 Kansere bir söyleme getirirken, onun toksik oluşumu göz önünde bulundurulduğunda, 1990′da Milli Kanser Enstitüsü’nden. Dr. Richard Adamson tarafından yürütülen çalışmalar söyleyici kalitededir. Yüksek ısıda pişirilmiş et, balık ve kümes hayvanlarında, çok ölçüde heterosiklik aromatik aminler HAA olarak öğrenilen, mutajen değişinim oluşturabilen kimyevi ya da fiziksel faktör potansiyel olduğunu görüldü. Bu HAA’lar, Adamson’un çalışmaları içerisinde gördüğü en eforlu olanlardı ve bunların çok az ölçüyü bile DNA’da ehemmiyetli zararlar yaratabiliyordu.6 Mutajenler kanserojendir demek doğru olur.
Kaliforniya’daki Lavvrence Livermore Milli Laboratuvarları’nda yapılan yeni araştırmalara göre, bu kadar donakaltıcı sonuçlan olan tek şey, yüksek ısıda pişirilmiş et değildir. Laboratuvarda çalışan bilim adamı Mark Knize ve araştırma ekibi ekmek, pirinç, yumurta, tofu ve glüten kapsayan sebzeli hamur işleri gibi muhtelif gıdaların değişik pişirilme teknikleri ve bunların sonuçlan üzerine çalıştılar, insan metabolizmasının bir benzerini yaparak pişirdikleri gıdaları sınadılar ve pişirilmiş her besinde mutajene tesadüftüler. Neredeyse her besin, pişirildiği ısının yüksekliği oranında mutajen kapsıyordu.
Protein: Kamu Bereketine Çalışan Bilim Merkezi’nin The Cen-ter for Science in the Public Interest raporuna göre, vasati bir Amerikalı, her gün vasati 150 gram protein alıyor. Aslında yalnızca bunun bir kısmına lüzumumuz var. Peki geri kalanı nereye gidiyor? Beden proteini depolayamaz. Besin stoku olan kan ve hücreler, fazla protein karşısında lenfatik sistemle aşırılıkları atmaya kalkışır. Ancak lenfler, altından kalkamayacakları kadar yük altına girdiklerinde, protein “tuzak”ları urlar oluşur ve bu da uzuv ve dokuların geri kalanını gözetmek için lenfleri sımsıkı kapar. Nobel mükâfatlı Dr. Otto VVarburg’un gösterdiği gibi, oksijen ikmali %30 oranında eksildiğinde, bu kapanmış hücreler hasarlı kanser hücreleri haline gelebilir.
Sağlıklı bayağı hücrelerin tersine, kanser hücreleri üre-mek için oksijene gerek dinlemez. Kanserli hücreler bir bakıma vücudu fazla protein zehirlemesinden gözetmek için atık harcarlar. Ancak bu hayati strateji, hakimiyet edilemeyen vefatcül kansere neden olabilir.
Ne yazık ki, bizim işlenmiş ve pişirilmiş gıdalarımız ölüdür ve hücrelerin lüzumu olan oksijenden yoksundur. Belli ki bu yoksunluk, hücreleri değişinim ve makûsluğa maruz bırakır. Canlı gıdalar yalnızca az protein kapsamakla kalmaz; aynı zamanda alkali de barındırır. Beden fazla proteini atmaya uğraşırken, alkali besinler asidik ve toksik nitrojen birikimini nötralize etmeye verimler.
Hipokrat Sağlık Programı’nın ana unsuru olan çimlenmiş buğday, Dr. Pnina Bar-Sella’ya göre kanserle savaş açısından doğruluğu ispatlanmış canlı gıdalara iyi bir misaldir. 1995′te, buğday çimi özünde bulunan klorofildeki antimutajenik etkinlikler üzerine yaptığı çalışması şu neticeleri gösteriyor: “Buğday özünde tespit etilen klorofil, metabolik aktivasyon için gereken kanserojenlerin mutajenik tesirlerine mani olan faal ana etmendir. Bulgular, eşdeğer ticari bileşimler üzerinde de test edilmiştir.”
Beslenme ve kanser üzerine bir başka araştırma da, 1994′te Oregon Bilim ve Tıp Enstitüsü’nden Oregon Institu-te of Science and Medicine Arthur B. Robinson tarafından, fareler üzerinde yapılmıştır. Araştırma, protein beceriksizliğinin kanserli hücrelerinin çoğalmasını önleyen ana etken olduğu doğrultusundadır. “Sarihçe görülüyor ki, düşük proteinli yaş sebze ve meyvelerle beslenme, kanserin sihrime oranını düşüren en esas etmendir.”
Kanser ve beslenme arasındaki bu ilişki üzerinde çalışan bir hayli hekim kendi beslenme alışkanlığım değiştirmiştir. New Jersey’deki Lawrenceville Kanser Korunma Merkezi Protective Cancer Center in Lavvrenceville idareyicisi Dr. Charles Simone, kanser ve beslenme arasındaki iletişimi araştırmaya 1983′te başlamış ve o tarihten beri ağzına tek bir lokma hamburger ve pizza koymamış, ailesini de bu beslenme stiline ikna etmiştir. “Benim çocuklarımı asla hamburger, dondurma ya da kekle aldatamazsınız,” diyerek iftihar etmektedir.
Göğüs kanseri
Hayvansal ve oksijen yoksunu pişirilmiş yiyeceklere yaslanan beslenme stillerinin, kanser tehlikesini ehemmiyetli miktarda artırdığı sarihtir. Bu özellikle dünya üzerinde suratlarca, binlerce kadının muztarip olduğu göğüs kanseri ile beslenme biçimi arasındaki irtibatta sarihçe görülebilir. Bugün yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde her sene 182.000 kadm göğüs kanserini tutuluyor. Doğrusu, ülkelerin hayvansal gıda tüketimi ile göğüs kanseri oranı arasmda doğrudan irtibat kurulabilir. Zira yağ dokuları, östrojeni sürükler. Göğüs kanserinden sakınmak için şahane bir büyüme, öyle değil mi? Seçim, ağzımıza ne koyduğumuzdan katlanıyor. Kanser – beslenme ilişkisinden, erkekler de hissesini alıyor. Hayvansal besinler, prostat dokusunu uyaran androjen isimli erkeklik hormonuna dönüşüyor. Androjenin onyıllar süresince prostat dokusuna akması neticesinde, bu bez genişleyip kanserli hale geliyor.
Kanser ve hayvansal yağlar arasındaki ilişkiye müteveccih yeni çalışmalar emin başlı zirai ilaçlarda, haplarda, yakıtlarda ve plastikte bulunan sentetik ve hormon taklidi bileşimlere xeno-östrojen ya da yabancı östrojen olarak adlandırılır işaret ediyor. New York’taki Strang-Cornell Kanser İncelemaları Laboratuvarı’nda Strang-Cornell Cancer Research Laboratory çalışan analistlerden Devra Davis ve H. Leon Bradlovv, xeno-östrojenlere maruz kalmanın, geçen senelerda değişik değişik ülkelerdeki göğüs kanserine tutulan şahıs rakamındaki çoğalışı söyleyebileceğini belirtiyorlar. Ayrıca, dahişimlerin erkeklerde giderek yaygınlaşan faize bozuklukları alanını genişleteceğine inanmaktalar. Bilhassa testis kanseri, inmemiş testis kriptorşidik testis, idrar yolu bozukluğu ve sperm beceriksizliği gibi.
Bedenimizdeki hücreler, iyi ve makûs dışsal ihtarlara reaksiyon gösterirler. Yağ, kimyevi gözetici, katkı maddesi ve tarım ilacı yüklü yiyecekler yediğimizde, hücrelerimizin ölümcül ur transformasyonuna katkıda bulunmuş oluruz.
Birazdan okuyacağınız sansasyonel hikâye, ölümcül göğüs kanserine karşı verilen bütün bir cesaret misalidir. Şimdi anlatacağım reel hadise, suratlarca mucizevi hikâyeden yalnızca biridir.
Göğüs Kanseri: Bir Sağlık Yolculuğu
Sağlık problemlerim 1988 seneyi Mayıs’ında başladı. Kendimi iyi seziyordum ancak bir sabah uyandığımda, göğsümde içten gelen bir kaşıntı hissettim. Kaşırken, orada küçük bir top olduğunu fark ettim. Hemen hekimimi arayıp aynı gün içinde bir buluşma aldım. Daha evvel vücudumda dafalarca iyi mizaçlı kist oluşmuş ve Nevv York’taki hekimime enjeksiyonla aldırmıştım. Chicago’ya yeni taşınmıştım. Daha yeni gitmeye başladığım hekimim, benden mamogram çektirmemi istedi.
Teknisyenler durmadan filmime sürüklüyor, bir hemşire de ters ters bana bakıyordu. Bir mesele olup olmadığını sordu ğumda, radyolog bana söyleyemeyeceğini ancak bu mamog-ramı seneler evvel sürükletmiş olmam gerektiğini söyledi. Bu henüz hikâyenin başlangıcıydı.
New York’taki hekimime gitmeye karar verdiğimde, Chicago’daki hekimim bana üzerinde “bireye özel” yazan kapalı bir zarf verdi. Ama ben sabredemeyip zarfı açtım ve yeni hekimimin, göğsümde tesadüfülen kütlenin kanserli olduğunu yazdığını gördüm.
New York’taki hekimim, yeni bir mamogram sürükletmem gerektiğini söyledi. İlk çekilenin yanlış olma ihtimalini düşünerek yenisine sürüklettim. Hekimim, göğsümden parça alıp test edilmesi için laboratuvara gönderdi. Netice pozitifiti, hekimim bu kere de biyopsi yaptırmam gerektiğini söyledi.
Chicago’ya dönerek, bana daha evvel biyopsi yapan Chicago Üniversitesi’ndeki güvendiğim hekimime tekerrür gittim. Birkaç gün sonra, bana son lafını söyledi. Parça kanserliydi. “İyi mizaçlı karsinoma” ismi verilen bir hastalığım vardı.
Hekimim, göğüs operasyonu olmam gerektiğini söyledi. Üçüncü bir görüş almak için başka bir uzman hekime gittim, fakat hepsi aynı şeyi söylüyordu. Hatta, Northwestern Üni-versitesi’nde çalışan bir uzman, oraya ikinci kere gidişimde, kanserin göğüsümün tamamına nüfuz ettiğini ve her iki göğsümün birden alınması gerekebileceğini söyledi. Bir de yeniden yapılandırıcı plastik cerrahi önerdi.
Mayıs ayının ilk iki haftası içinde göğsümdeki kütleyi fark etmiş ve biyopsi olmuştum. Bir hafta sonra da operasyon olma tasarım yapılmıştı.
Bana, gelişmekte olan kütlenin hava alacak biçimde bırakıldığında, çok süratli bir biçimde gelişeceğini söylediler o sebeple biyopsinin hemen ardından operasyon etmek istiyorlardı. Doğruydu da. Bezelye kadar olan şey, neredeyse yumruğum kadar olmuştu.
İşte o zaman değişik bir seçenek aramaya başladım. Dünyanın her yerini aradım. Seçenek yollarla kanseri yenmiş, operasyona pek razı olmamış insanlarla ilişki kurmaya çalıştım. Ne yazık ki göğüs kanserini operasyon olmadan yenmiş tek bir şahıs dahi bulamadım. Sonrasında ise lider olmaya karar verdim.
Sonunda, operasyon gününden birkaç gün evvel Florida VVest Palm Beach’te bulunan Hipokrat Enstitüsü’nü buldum. Aradım ve hemen gelmek istediğimi söyledim. Kafamda her şeyi tasarlamıştım.
O sıralarda, operasyonumda bol kader dilemek için eşim dostum beni arıyordu. Onlara kararımı söylediğimde hepsi şoke oldular. “Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdılar ve hepsi benim intihara kalkıştığıma emindi. Tek istediğim Chicago dışına çıkıp programa hemen başlamaktı. İşte o anda iyileşmeye başladım.
Hipokrat’ta beş hafta kaldım, zira programın tamamını bilmek istiyordum. Ama kısa zamanda, beş haftanm dahi kovanın içinde yalnızca bir damlacık su kadar noksan oduğunu kavradım. Gerçekten hastaydım. Bedenimdeki zehirli maddelerle beraber stresi de atıyordum. Eforluydüm de. İlk kırk gün içinde ur küçülmeye başladı. Enstitüden parçalayıp konuta gidiyordum. Çok uzun zaman geçmişti ve kendime gelmem kademeli ilerleyen bir sürece dağılmıştı. Beş ay sonra Hipokrat’ı tekerrür ziyaret ettim. Altı ay içinde ur tamamen yok olmuştu.
Zamanla daha iyi sezmeye başladım. Haftada birkaç saat hoş zaman geçirecektim. Sonra haftada bir gün kendimi bayağı sezecek ve sonunda çoğu zaman iyi olup çok az zaman makûs olacaktım.
Kanserden kurtulmanın yanı gizeme, Hipokrat Programı’ndan çok ehemmiyetli bir şey daha bildim. Enerji seviyem şimdi çok daha yüksek. Cildim süratle yenilendi, saçlarım neredeyse daha öncekisinin iki katı gür, tırnaklarım daha eforlu ve deriyimin rengi çok daha iyi. Programa ve ilk ziyaretimden sonra geriye kalan kansersiz senelerime büyük bir inançla devam ediyorum.